Bu sayfayı yazdır

Hayatı

HAZRET-İ MEVLÂNÂ eş-ŞEYH MAHMUD en-NAKŞİBENDÎ el-MÜCEDDİDÎ el-HÂLİDÎ el-ÛFÎ

TEVELLÜDÜ VE AİLESİNİN SALÂHI

Mahmud Efendi Hazretleri 1929'da Trabzon vilâyetinin Of kazasının Miço (Tavşanlı) köyünde doğdu. Babası Mustafa oğlu Ali Efendi, annesi Tufan kızı Fâtıma Hanımefendi verâ ve takva ile maruf muhterem kimseler idiler. Ali Efendi köyün camisinde imamlık yapar, aynı zamanda kendi tarlasında da ziraatla meşgul olurdu. Tarlası câmiye uzak olmasına rağmen vazifesini hiç aksatmaz, mutlaka câmiye gelir, ezan okur ve namazı kıldırırdı.

Bazen köylüler ziraatla meşgul olduklarından câmiye gelemezler, Ali Efendi namazı tek başına kılmak zorunda kalacağını bildiği halde işini bırakır, yine de namazını câmide kılardı.

Ali Efendi ibadetine düşkün, çokça Kur'ân okuyan kanaat ehli bir kimse idi. 1954 senesinde zorluklarla biriktirdiği parasıyla hacca gitti ve Mekke-i Mükerreme'de rahatsızlanarak vefat edip Cennetü'l-Me?lâ'da, daha önce orada vefat etmiş bulunan babası Mustafa Efendi'nin yakınına defnedildi.

Annesi Fâtıma Hanım kul haklarına çok dikkat ederdi. İneklerini meraya götürürken kimsenin bahçesinden otlamasın diye ağızlarını bağlardı. Kazara bir ineği başkasının bahçesinden otlayacak olsa hemen sahibinden helallik ister ve o inekten sağdığı sütün tamamını bahçe sahibine verirdi.

 

İLME BAŞLAMASI, HOCALARI VE İCAZETİ

Mahmud Efendi Hazretleri altı yaşındayken hafızlığını babası ve annesinde yaptı. Ailesinin ve yetiştiği çevrenin dindarlığının da etkisiyle küçük yaşına rağmen namazları câmide kılıyor, nafile ibadetlere de ihtimam gösteriyordu.

Hafızlığını bitirdikten sonra Ramazan ayında Kayseri'ye gidip o bölgenin muteber ulemâsından olan Tesbihcizade Ahmed Efendi'den sarf, nahiv ve Farsça okudu. Kayseri'de bir sene kaldıktan sonra memleketi Of'a dönerek zamanın en meşhur kıraat âlimi Mehmed Rüşdü Aşıkkutlu Hoca Efendi'den Kur'ân-ı Kerîm kıraat etti.

Belağat, ilm-i kelam, tefsir, hadis, fıkıh ve usûl-ü fıkh gibi sâir ulûm-i şeriyyeyi ise aklî ve naklî ilimlerde mütehassıs ulemâdan ve Süleymaniye Medresesi dersiâmlarından olan eniştesi Çalekli Hacı Dursun Fevzi Efendi'den ikmal ederek henüz on altı yaşında iken icazet aldı.

Kendisi okurken okutmaya başladığı talebelerini yedi sene kadar okuttuktan sonra askere gitmeden icazet verdi (ki o tarihlerde bu, başarılması çok zor bir işti).

 

ŞEYHİ ALİ HAYDAR EFENDİ'YLE TANIŞMASI

Askerde bulunduğu sırada ise hayatının seyrini değiştirecek olan en büyük üstadı ve şeyhi Ali Haydar Efendi'yle tanıştı. Ali Haydar Efendi Hazretleri Osmanlı sultanlarından son dört padişahın huzur hocalarından olup, Meşîhat-ı İslâmiyye'de Hey'et-i Te'lîfiyye Reisi idi.

Müteassıb bir Hanefî olan Ali Haydar Efendi "Mezâhib-i erbeanın fıkıh kitapları kaybolsa hepsini ezberden yazdırabilirim" diyecek derecede dört mezhebin fıkhına da vâkıf biriydi ve aynı zamanda dört mezheb müftüsüydü. Mecelle'nin "Büyu ve icâre" bölümünün hazırlanması Kendisine tevdî edilmiş, Seçtiği sekiz kişilik ilmî bir heyetle bu kısmı itmam etmişti. Daha sonra İstanbul müftülüğü ve diyanet işleri reisliği yapmış olan Ömer Nasûhi Bilmen gibi muktedir bir fakîh bu heyette Kendisinin dördüncü kâtibiydi.

Ali Haydar Efendi son devir Osmanlı ulemâsının en büyüklerinden sayılan merhum Zâhidü'l-Kevserî'ye bir fetvasından dolayı Meşîhat'ta çıkışmış, sonra Kahire'ye gidecek olan talebesi Emin Saraç Hoca Efendi ile: "O şimdi muhâcir oldu, ben bir defa kendisine çıkışmış idim, hakkını bana helal etsin" diye kendisine haber gönderdiğinde Zâhidü'l-Kevserî: "O bizim üstadımızdır, her zaman bize çıkışma hakkına sahiptir" diye kendisinden övgüyle bahsetmişti.

İşte Mahmud Efendi murad (Allâh-u Teâlâ tarafından seçilmiş) kullardan olduğu için böyle büyük bir âlim ve şeyh olan Ali Haydar Efendi Kendisinin ayağına gönderildi, şöyle ki: Ali Haydar Efendi'nin kırk sene evvel vefat etmiş olup Bandırma'da medfun bulunan şeyhi Ali Rıza Bezzaz Hazretleri bir gece İstanbul'daki tekkede bulunan Ali Haydar Efendi Hazretleri'ne mânevî yolla zuhur edip, o günlerde orada askerde bulunan Mahmud Efendi'yi takdim ederek: "Bandırma'ya hemen gel ve buradaki emaneti al" diye emir buyurmuş.

Bunun üzerine Ali Haydar Efendi derhal Bandırma'ya gidip Tekke Câmii'ne varmış ve yanında bulunan müridlerine: "Burada bir asker var, onu bulun ve bana getirin" buyurmuş. Bu emir üzerine Bandırma'da bir asker aramaya başlamışlar. Fakat bu askerin adı, soyadı ve adresi olmadığı için işleri hiç de kolay olmamış.

Bundan sonrasını Mahmud Efendi Hazretleri şöyle anlatır: "Küçük yaşlarımdan beri âlimlere ve şeyhlere karşı muhabbetim vardı. Nerede bir âlim, bir Allâh dostu olduğunu öğrensem onu ziyaret ederdim. Bandırma'da acemi birliğinde askerlik yapıyorken orada da ziyaret edip, duasını alabileceğim âlim bir zat, bir şeyh efendi var mı diye merak ediyordum. Orada Halil Efendi isminde takva sahibi bir zat vardı. Bir keresinde ona: 'Buralarda şeyh yok mu?' diye sordum. O da bana Ali Rıza Bezzaz Efendi Hazretleri'nin kabrini göstererek: 'Bu zatın halîfesi var, lakin O da İstanbul'da' dedi.

Bunun üzerine ben o zatın kabrini ziyaret ettim. O'nun halîfesini de ziyaret edip duasını almayı arzu ettiğim için, 'Bir fırsatını bulup İstanbul'a nasıl gidebilirim?' diye düşünmeye başladım, işte o anda kalbim O zata doğru aktı. Artık daima O'nu düşünür oldum.

Bir gün Bandırma'da deniz kenarındaki Haydar Çavuş Câmii'nde cuma namazını eda ettim. Namazdan sonra câminin bir köşesinde beyaz sarıklı, beyaz cübbeli, gayet heybetli ve nûranî bir zat gördüm. Bana padişah gibi heybetli geldi. O zatın kim olduğunu sorduğumda bana: 'İşte O zat Senin görmek istediğin Ali Haydar Efendi Hazretleri'dir' dediler.

Çok sevindim ve O'nunla görüşmek istedim. Fakat yakınları temkinli davranıp bana: 'Zaman çok kötü, bu zat takipte. Gece gelirsen görüşürsün' dediler. Gece gittiğimde rahatsız olduğu için erken yatmıştı. Kendisiyle ancak ertesi gün görüşmek nasip oldu, huzuruna girdiğimde beni görür görmez: 'İşte kitaplarımı teslim edeceğim kişi budur' dedi. Böylece görüşüp tanıştık, Beni Kendisine mânen Şeyhi'nin teslim ettiğini bildirdi ve Kendisinden ayrılmamamı tenbih etti, bir daha da O'nu hiç bırakmadım."

 

İLİM NEŞRİNDE TÂKİP ETTİĞİ USÛL

Mahmud Efendi Hazretleri'nin yaşadığı zamana ve Türkiye şartlarındaki insanların ahvâline göre ilmi artırmada kullandığı tedrîcî üslub hayret vericidir.

Hatta bâzı ilim ehli kimseler bu husustaki inceliğe muttalî olamadıklarından kendisini tenkid bile etmişlerdir. Çünkü insanlara "Emsile, Bina, Avâmil okuyun yeter" diyerek ilme teşvik ediyordu.

Kur'ân-ı Kerîm okumayı dahi bilmeyen, geçim derdine düşmüş bir millete "On beş-yirmi sene ilim okumalısınız" demiş olsaydı acaba bu ilmi kim kabul ederdi.

Bir zaman sonra ilmî seviyeyi yükseltip zikrolunan kitaplara İzhar ve İzzî gibi diğer kitapları eklemiş ve "İzhar okuyan hocadır" buyurarak insanları heveslendirmişti.

Daha sonra bu kitaplara Kâfiye, Molla Câmî, Nûru'l-îzah, Mülteka, Telhis, Şerhu'l-Emalî, Şerhu'l-akaid gibi daha yüksek kitapları ekledi.

İlmin temelini bu şekilde atarak birçok talebeler yetiştiren Mahmud Efendi Hazretleri bunlarla da yetinmeyip "Mülteka ezberlenmeli", "Hidâye okunmalı", "Mülteka'nın şerhi Mecme?u'l-enhur'u anlayarak okuyup bitirmeyene hoca demem" gibi sözlerle ilmî seviyeyi daha da yükseltti.

Artık "Uzun uzun tefsirler, uzun uzun hadisler, fıkıhlar okuyun" diyor ve hoca olduktan sonra yedi sene fıkıh ihtisası yapılması gerektiğini söyleyerek içindeki niyetini dile getiriyordu.

Bu arada kadınların cahil kalmalarına gönlü razı olmadığından bu konuda da yeni bir çalışma yapıyordu. Kadınlara İslamiyet'i en kolay yine kadınlar anlatabileceği için onlardan da hocalar yetiştirmek gerekiyordu. Erkeklerin, kendilerine mahrem olmayan kadınları hele ki böylesine bozuk bir zamanda okutmaya kalkmaları birçok mahzuru beraberinde getireceğinden bu işe şöyle bir çare buldu; Kendisi önce erkekleri okuttu, sonra erkek hocalara hanımlarını ve kızlarını okutmalarını emretti. Kocalarından veya babalarından okuyan hanımlar da diğer hanımları okuttular.

Kadınların nurlarını söndüren unsurlar erkeklerinkinden daha az olduğu için kısa zamanda kadın medreseleri çoğaldı ve yayıldı.

Öyle ki okuyan kadınların sayısı erkekleri geçti. Nice kızlar hâfızlık yaptı ve niceleri hoca olup sâir kadınların hidayetlerine vesîle oldular.

Mahmud Efendi Hazretleri ilme teşvik babında vaazlarında defalarca şu sözleri tekrarlamıştır: "Boğaz köprüsünü alelâde marangozlar, demirciler yapabilir mi? Büyük mühendisler, büyük mimarlar lazım. İşte bu din köprüsünü de küçük hocalar yapamaz, büyük âlimler lazım."

 

İLİM VE TARÎKATI BİRLEŞTİRMESİ

Mahmud Efendi Hazretleri, şeyhi Ali Haydar Efendi Hazretleri gibi ilim ve tasavvufu cem eden zülcenâhayn bir zat idi.

Mahmud Efendi tarîkat üzerinde titizlikle durmakla birlikte şer-i şerîften zerre kadar taviz verilmesine de asla müsaade etmemiştir. O her zaman rüyalara, zuhuratlara, keşiflere, kerametlere ve sâir hârikulâde hallere fazla itibar edilmemesi gerektiğini, asıl maksadın şerîat caddesinde istikamet etmek olduğunu dile getirmiştir.

Aşağıda zikredeceğimiz sözleri bu mevzûda ne kadar hassas davrandığını gözler önüne sermektedir:

"Mürşid olarak bilinen bir şahısta şerîatı tatbik var ise, o şahısta tarîkat da vardır. Şerîat yok ise tarîkat da yoktur, o şahıs mürşid olamaz."

"Kendinizi rüya veya zuhuratta çok güzel hallerde görebilirsiniz. Şerîata aykırı hal ve hareketleriniz olduğu halde böyle rüyalar görüyorsanız, biliniz ki bu rüyalar sizin için istidractır. İstidrac; Allâh-u Te?âlâ'nın âsi bir kulunu derece-derece helâka çekmesi demektir. Bu kadar çalışmalarımız niçin? Şerîatı iyi becerelim diye. Dön dolaş hep şerîat."

"İmâm-ı Rabbânî (Kuddise Sirruhu) Hazretleri 2. cildin 50. mektubunda şöyle buyuruyor; 'Şerîatın hakîkatine kavuşmak için şerîatın sûretine uymak şarttır. Çünkü velâyetin (velîliğin) ve nübüvvetin (nebîliğin) bütün kemalleri, şerîatın sûreti üzerine kurulmuştur."

 

ŞERÎAT VE SÜNNETE İTTİBÂSI

Mahmud Efendi Hazretleri insanları sadece sözüyle değil, hâliyle de ilme ve ibadete teşvik etmiş, başladığı hiçbir ibadeti bırakmamış ve istikametiyle görenleri gayrete getirmiştir.

Farz namazların evvel ve âhirindeki sünnet namazların hâricinde teheccüd, işrak, kuşluk, evvâbîn, tahiyyetü'l-mescid ve abdest şükür namazı gibi nevâfili hiç terk etmemiş hatta bir defasında "Kuşluk namazını terk edeceğine Mahmud ölsün daha iyi" buyurmuştur.

Pazartesi-perşembe orucunu, ramazanın son on günü îtikâfı terk ettiği görülmemiştir. Hadîs-i şeriflerde zikrolunan nâfile namaz, oruç ve zikir gibi ibadetlere devam etmiş, Müslümanları da teşvik etmiştir.

Üstad Hazretleri'nin unutulmuş sünnetleri diriltmesi, sünnetlerden mâadâ edeplere bile farz gibi riayet etmesi Müslümanlar tarafından sevilip takdir edilmesine vesile olmuştur. Türkiye'de "Takva" denilince, "Sünnet-i seniyyeye ittibâ" denilince akla gelen ilk isim olması bu dikkatinin netîcesidir.

Bir ara cemaatinin "Mahmudçular" ismiyle zikredildiğini duyduğunda çok üzülmüş ve cuma hutbesinde şunları söylemiştir: "Mahmudçular diyorlar. Allâh aşkına! Ben yeni bir din mi îcad ettim?! Rasûlüllâh (Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem)in günlük hayatta tatbik edilen dört bin küsur sünneti vardır, dördünü terk ettiğimi gören arkamda namaz kılmasın."